Doğuma bütüncül bir bakış? Anne bedeninde sonun başlangıcı.
Doğum, yalnızca bir bebeğin dünyaya gelişi değildir; kadının da kendi iç dünyasında yeniden doğduğu bir eştir. Annenin bedeni, yaşamın ilk evi olduğu kadar, ruhsal anlamda da bir dönüşüm alanıdır. Gebelik boyunca bedende büyüyen yalnızca bir çocuk değil; kadının kendi annesiyle, geçmişiyle, sevgisiyle ve korkularıyla kurduğu bağın yankısıdır.
Doğum süreci; kontrol, teslimiyet ve belirsizlik arasında salınan derin bir deneyimdir. Kadın bedeni, doğanın kadim ritmini taşır: açılır, daralır, içe döner ve sonunda hayatı dışarı bırakır. Bu süreçte kadın, hem yaratıcı hem kırılgan; hem güçlü hem savunmasızdır. Bion’un “içerme” kavramını düşündüğümüzde, annenin bedeni bebeği değil, aynı zamanda kendi duygularını, kaygılarını, bilinçdışı çatışmalarını da içerir.
Doğumdan sonra annenin bebeğiyle kurduğu temas, yalnızca fiziksel bir temas değildir. Bedenin hafızasında taşınan bu deneyim, çocuğun ruhsal dünyasına yazılır. Kadın, kendi bedeninde tuttuğu yaşamı şimdi kucağında tutarken, hem var eden hem de bırakan bir ilişki kurar. Bu ilişki, ileride çocuğun güven, aidiyet ve benlik duygusunun temelini oluşturur.
Bütüncül bir doğum anlayışı, kadının bu süreçte bir “beden” olmanın ötesinde, duygusal bir özne olarak görülmesini gerektirir. Çünkü kadın doğumda yalnızca anne olmaz; kendi varoluşuyla da yeniden karşılaşır. O anda ağrıyla, nefesle, korkuyla, güçle birlikte “yaşama tutunmanın” en çıplak halini deneyimler.
Doğumun merkezinde, kadının bedeniyle barışık bir bilinç, duygularına alan açan bir çevre ve ona eşlik eden anlayış yer aldığında; bu süreç yalnızca bir doğum değil, bir bütünlük haline gelir. Kadın, hem kendine hem çocuğuna yaşam verirken, aslında insana dair en derin teması gerçekleştirir: yaşama tutunmak.
Psikolog Fatmagül Erenay